Aramızda Bir Hayalet Dolaşıyor: Konjonktür
- Hasan Orhan

- 22 Nis
- 10 dakikada okunur
Konjonktürün ne olduğunu onunla olan tanıklığım üzerinden anlatmak istiyorum. Bu terimle karşılaşmadan önce ne anlama geldiğini biliyordum ancak birçok terim veya kavramda olduğu gibi bu terimin de sözlük anlamıyla deneyimi arasında bir uçurum vardı. Bizde kavram veya terimlerin ne olduğu bilinir de onların hangi bağlamlarda ne biçimde karşımıza çıkacağı pek bilinmez; çoğu zaman onu nereden aldığı belli olmayan birtakım maskelerle önümüze dikiliverir. Bu bakımdan, örneğin özgürlük kavramı bir gün kahraman gibi önümüze çıkarken, ertesi gün bir anti-kahramana dönüşür ve tasarımımızı darmadağın eder. Soysuzlaşan kavramlarla uğraşmak gibisi yoktur. Bu nedenle, konjonktürün ne olduğunu kitaplara, sözlüklere ya da başka kaynaklara başvurarak açıklamaya çalışmayacağım. Ben bu yazıda, onu bir kavram olarak nasıl deneyimlediğimi, onunla nasıl tanıştığımı ve onu nasıl kavradığımı açıklayacağım.
Efendi Konjonktürle Tanışmak
Lisans üçüncü sınıfın başlarında felsefe topluluğumuzun başkanlık görevine seçildikten sonra, Üniversitenin Spor Kültür ve Sağlık Başkanlığı (SKS) yetkilileriyle görüşmek için randevu almıştım. Onlara kendimi tanıtmak, hedeflerimden bahsedip bana ne şekilde yardımcı olabileceklerini öğrenmek istiyordum. Hedeflerimden biri, fakültemde öğrenciler arasında henüz yerleşmemiş tanışma, kaynaşma ve tartışma zemini oluşturmaktı. Bunun için de topluluklar arası iş birliği tesis etmenin yanı sıra çeşitli ortak etkinlik yapmak, güncel konularda tartışma oturumları düzenlemek, fakülte adına dergi çıkarmak istediğimi paylaştım.
Buraya kadar her şey yolundaydı; ilgiyle dinleniyor, jest ve mimiklerinden anladığım kadarıyla takdir de ediliyordum. Ardından, istediğimiz konularda, disiplinler arası etkinlikler düzenleyebilmek için gerekli desteği verip vermeyeceklerini sordum. Cevap vermeden önce, hangi konularda program düzenlemek istediğimi sordular. Temkinlilerdi. Özellikle şunlar olsun dediğim bir konu olmadığından, isteğe göre cinayet, feminizm, eşitlik, işçi sorunları ya da hayvan hakları olabileceğinden, konuların öğrencilerin taleplerine göre seçilebileceğinden; amacımın demokratik bir ortamda sadece savunmacı, açıklayıcı veya öğretici zeminde hareket etmeyip tartışmaların muhalif karakterine de yer vermek olduğundan söz ettim. Eskisi kadar mutlu görünmüyorlardı. Yine de güzel dediler, birçok şey söylediler, araya bir de şöyle bir cümle sıkıştırdılar:
“Biz de böyle şeylerin olmasını çok istiyoruz ancak bazı konulara siyasi konjonktür gereği çok da yer veremiyoruz.” Bu kısım beni epeyce şaşırtmıştı. Siyasi konjonktür derken neyden söz ettiklerini sordum, cevap vermediler. Canım sıkıldı. Konjonktürün ne düşündüğüyle ilgilenmediğimi, burada elimize silah alalım ve devrim yapalım gibi şeylerden söz etmediğimi, dolayısıyla ortada somut bir sorun olduğundan da söz edilemeyeceğini öne sürdüm. Kem küm ettiler, biz zorunlu olarak ilgileniyoruz dediler, konu öylece kapandı.
Herhalde diye düşündüm, siyasi konjonktür derken neyi kastettiklerini yakında deneyimleyerek öğreneceğim. Anlıyordum ama henüz yaşamamıştım; bu yüzden ne olduğunu bilmiyordum. Sonrasında, toplulukla ilgili daha başka sorunlarla uğraşmak zorunda bırakıldığım için o yıl içerisinde istediğim programları yapamadım. Bu yüzden, kastettikleri neydi öğrenemedim ancak bir buçuk yıl sonra, mezun olmadan önce yaptığımız bir programla ne demek istediklerini sonunda öğrendim.
Program Dünya Kadınlar Günü’ne ilişkin, konuşmacıların lisans öğrencileri olduğu, on topluluğun ortaklaşa düzenlediği bir paneldi. Panelden hemen önce prova yapmak istedik. Prova sırasında, bir konuşmacı arkadaşımızın metninde geçen bir ifade, yine programda bulunan bazı arkadaşlarımızı rahatsız etmiş, aralarında sert bir tartışma yaşanmıştı. Programı organize eden ben olduğum için, rahatsız olan arkadaşlar metin içindeki rahatsız oldukları ifadeyi sansürlememi talep etmişlerdi. Onların talebini kabul etmemiştim. Sonra o arkadaşlar, sansür talepleri reddedildiği için programı protesto edip panelden çekilme kararı almışlardı.
Söz konusu ifade, sosyolojik bir metin içerisinde, azınlıklardan bahsedilirken parantez içerisinde değinilen LGBT’ydi. Metin LGBT hakkında yazılmış değildi. Sadece iki yerde azınlıklar içerisinde olduklarına değinilmişti. O arkadaşların bu ifadenin geçtiği bir programda dahi yer almak istememelerine saygı duymaktan başka bir şey yapamazdık. Ancak, panel başladığında, ilerleyen dakikalarda salona güvenlik görevlilerinin peş peşe gelmesiyle, ardından yine peş peşe, programdan görüntü alan memurların da aramıza katılmasıyla yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu düşündük. Ben bu insanların panelde ne işi olduğunu öğrenmeye çalışırken, o sırada danışman hocamızın beni aramasıyla neler olduğunu kendisinden öğrendim.
Panelden çekilen arkadaşlar, kendi danışmanlarının yanına gidip programdan çekildiklerini, nedeni olarak programda LGBT propagandası yapıldığını, salonda LGBT bayrakları açıldığını söylemiş, bize bir dizi iftira atmıştı. Danışman hocaları oracıkta tepki gösterip programı fakülde müdürlüğüne ihbar etmişti. Müdürlük önce SKS’yi, ardından bizim danışman hocamızı aramış, iddia doğruysa soruşturma başlatılacağını iletmişti. Kısacası, ortalık epeyce karışmıştı.
İkinci oturum sonlanana kadar programımıza devam ettik. Ardından, danışman hocamızın da gelmesiyle yaşadığımız tatsız soruna hemen müdahale etmemiz gerektiğini konuştuk. Aslında programın bitmesini bekleyecektik ancak o vakte kadar tatsız sorunumuzun ta rektörlüğe kadar gitmesi işten bile değildi. Böylece, ikinci oturum biter bitmez topluluk temsilcileriyle fakülte müdürlüğüne gittik. Müdür yoktu, yardımcısıyla konuştuk. Kibar bir beyefendiydi, çok da şaşkındı. Programına birçok görevliyi gönderdiği öğrencilerin birlikte odasına gelmesini beklemiyor gibiydi. Kendisine herhangi bir savunma yapma amacıyla gelmediğimizi, bize yöneltilen sözde suçlamaların birer ucuz iftira olduğunu ve eğer bir müdahale edilecekse bize iftira atan o öğrencilerse o öğrencilere, yok eğer başkasıysa onlara yapılması gerektiğini söyledik, programımızın taciz edilmesini kınadık. Ayrıca, suç denilen konu hakkında konuşmuş olsak dahi yine de bunun bir suç olamayacağını, daha doğrusu bunun gülünç olacağını, çünkü bu durum örneğin, dinler tarihi çalışan bir kimseye şu dinin şu tarafını çalışmamalısın demeye benzediğini ekledik. Kendisi bizi ilgiyle dinledi ve onayladı, sorunun daha fazla büyümeyeceğini, görevlileri de salondan çekeceğini, programımıza kaldığımız yerden rahatlıkla devam edebileceğimizi söyledi. Ardından şöyle bir şey dedi ki bizi asıl ilgilendiren bu kısımdır:
“Bizim kimsenin ne konuştuğuna ya da ne çalıştığına karışmak gibi bir niyetimiz olduğu söylenemez; kimseye böyle bir baskı da kurmuyoruz, bir talepte de bulunmuyoruz. Dediğiniz gibi burası akademi ve akademiye yaraşır olduğu sürece isteyen istediğini konuşabilir ya da araştırabilir, program düzenleyebilir. Ancak, bazı konuların siyasi konjonktür gereği program bazında konuşulması bizi zor duruma sokabilir çünkü üniversite içerisinde yapılan her şey bir yandan üniversitenin adıyla, dolayısıyla üniversitenin adına yapılmaktadır ki bu da konuşulan her şey hepimizi ilgilendiriyor demektir. Biz de dikkat etmek zorunda kalıyoruz, bu yüzden de anlayışınızı rica ediyoruz.” Ardından odadan çıktık ve yarım kalan programımızı tamamladık.
Bu, siyasi konjonktür denen şeyle ikinci kez karşılaşmamdı. Üçüncüsü ise, yıl sonu bahar şenliklerinin iptal edilmesi sonrasında büyüyen öğrenci tepkilerinden dolayı rektörle yapılan toplantıda karşıma çıkmıştı. “Şenliği yapamıyoruz çünkü siyasi konjonktür…” Uzatmamayım, amacım burada üniversite anılarımı anlatmak değil ne de olsa. Buna göre, biz istersek LGBT hakkında da konuşabiliriz ancak kendi aramızda, mümkünse kulaktan kulağa fısıldayarak. Evet, konjonktür tarafından da sonuna kadar savunulan bir ifade özgürlüğünün olduğu şüphesiz doğrudur ancak sorunumuz şu: Onlar hangi ifadedir; nasıl, nerede, neden ve ne zaman dile getirilmelidir? Anlaşamadığımız yer burası.
Belirtmem gerekir ki, bu ifadeyi kullananlar savunma yapma niyetinde değildi. Terim, bu kimseler için sadece bir gerekçeydi. Bu öyle bir gerekçe ki siz hukuk diliyle de konuşsanız onun karşısında pek şansınız yok. Çünkü siyasi konjonktür günümüzde her kılıfa uyan, sözün hükmünü taşıdığı halde yazının hükmüne meydan okuyabilen ve bu haliyle, sözün hükümdarları için esas görülen mühürdür ve bu mühür her yerde, her -muhalif- eylemde karşımıza çıkmaktadır, hukukun mührüne dahi baskın gelmektedir. Diğer yandan, epeyce hızlıdır da. Refleksi ondan daha güçlü bir kurum yoktur; varsa da henüz karşılaşmadım onunla. Kurum mu? Açıkçası, kafamda tam olarak böyle bir şey canlanıyor. Sanki, adı konjonktür olan gizemli bir oda var, odanın içerisinde de takım elbiseli, elinde kâğıt kalem ve bir mühürle oturan bir heyet var ve bunlar bir şeyleri ya onaylıyorlar ya da onaylamıyorlar; tüm işleri bundan ibaret. Bu gizemli insanlar kimseye bir şey söylemiyor, kim olduklarını da açıklamıyor ancak nasıl oluyorsa başta bürokrasi kesimi ve sonrasında memurundan fabrika işçisine diğer herkes onların kararından bir şekilde haberdar oluyor. Ayrıca, bu o kadar ciddi bir iş ki alarm durumunda anında müdahale edebilecek kadar devamlı teyakkuz halindeler ve tekrar edelim, onlar her yerdeler. Kimi zaman öğrenci kılığında, kimi zaman akademisyen kılığında, kimi zaman kolluk güçleri kılığında, kimi zaman gazeteci kılığında ya da kimi zaman hukukçu kılığında karşınıza dikiliverirler. Bunlar onun maskesidir, ardında kim var bilinmez, açıp bakmak isteseniz bir hiçlikle karşılaşırsınız. Benim karşıma da işte, ilkinde SKS memuru kılığında, ikincide birlikte program yapmak istediğim üniversite öğrencisi kılığında ve üçüncüde rektör kılığında çıktı. Sonrasında daha birçok kılıkta çıkmaya devam etti, etmeye de devam ediyor.
Örneğin, daha geçenlerde babam kılığında çıktı. İlahi konjonktür. Televizyonda haberlere bakıyordu. Bir kanalda 19 Mart protestoları ve tutuklanan yüzlerce öğrenci hakkında konuşuluyor, konjonktür bey sakalını sıvazlayarak ciddiyetle onları dinliyordu. Sonra bana döndü, “Sen,” dedi, “nereye gittiğine dikkat et,” Gülümsedim ona, “Henüz buradayım. Hem gitsem ne olacak ki, yasa bana gidebileceğimi söylüyor,” dedim. Konjonktür bey kaçlarını çattı, zannediyorum gizemli odayı kastederek, “Bu onun umurunda değil,” dedi, çayından bir yudum aldı ve ekledi, “gitmemelisin çünkü onaylamıyorlar. Her ne yapmak istiyorsan evinde yap, burada sana kimse karışmaz.” Tamam dedim, konjonktür bey, siz nasıl isterseniz. Doğru söylüyordu. Dediği gibi, eğer protestoyu herkes evinde yapmış olsaydı hiç kimse tutuklanmayacaktı ve böylece hem protesto yapmış olacaklar hem de bir zarar görmeyeceklerdi; konjonktürün onların kılığına girdiği kolluk güçlerimizi de durduk yere uğraştırmayacaklardı.
Babamla kalsa yine iyi. Daha başka çarşıda, pazarda, züccaciyede, kıraathanelerde, eve gelen misafirde dahi onu görebiliyorum. Paranoya yapmış olabilirim. Geçen gün, gece vakti az yürüyüş yapayım dedim. Bir an geldi, nefesini ensemde hissettim; sanki benimle yürüyor, beni takip ediyordu. Korktum, yardım istemenin iyi olacağını düşündüm. Seslendim ona, “Hey, muhteşem kadın, korkuyorum,” dedim. Beni duymadı. Artık beni duymuyor. Hızlıca geri döndüm eve, sonra da uyudum. Neyse ki o gece rüyama girmedi.
Konjonktürün Penceresinden Gündeme Bakmak
19 Mart dedik, o halde buradan devam edelim. İmamoğlu’nun diploma iptali ve sonrasında tutuklanmasıyla başlayan protesto, miting ve boykot üçlemesiyle çok tuhaf durumlara tanıklık ettik. Bunlardan biri, uçan kuşun analizini yapacak kadar yerinde duramayan akademisyenlerimizin nasıl olduysa o günden sonra apansız ölüye yatmaları oldu. Sorup duruyorlardı, neden gündem hakkında iki çift söz söylemiyorlar diye. Cevabı ben vereyim: Siyasi konjonktür. Şüphem yok kendi aralarında konuşuyorlardır ancak hepsi bu kadar, daha fazlasını isteseler de yapamazlar; oldu da yaptılar diyelim, o halde konjonktürü karşılarına almayı göze almışlardır demektir. Bu sadece onlar için değil, diğer herkes için de pek kolay değil, anlıyorum.
Ya da işte, gösteri dünyasının kıymetli vatandaşları neden hiç yoksa fikirleri nedir onu paylaşmıyorlar diye soruyorlardı. Onlara da cevap verelim: Siyasi konjonktür. Yerli bir dizide oynayan Aybüke Pusat adlı bir oyuncu, kişisel sosyal medyasında, CHP’nin öncülük ettiği boykot tepkisine destek amaçlı bir hikâye paylaşmıştı diye efendi konjonktür, yapım şirketi kılığına girip daha şafak sökmeden onu aforoz etmişti; kolay olmayan budur. Sorun boykot mu peki? Elbette hayır. Evinde, sessizce, isteyen istediği boykotu yapabilir ya da illaki onu paylaşmak istiyorsa konjonktürün arada onaylıyor gibi gözüküp ses çıkarmadığı, örneğin İsrail destekçisi olduğu söylenen şirketlerin boykotunu paylaşabilir.
Yine başka bir örnek, Ümit Özdağ vakası gösterilebilir. Geçenlerde kendi soruyordu, “Yahu ben neden Silivri’deyim?” diye. Haklıydı. Daha ortada bir iddianame bile yokken, neden zindanda tutulduğunu anlamak istiyordu. Sayın Özdağ’a da bir cevap verelim: Siyasi konjonktür. İlki başarısızlıkla sonuçlanmış bu ikinci barış süreci denemesini onaylamıyor olabilir, onaylamak zorunda da değildir. Ancak, evinde yapsın her ne yapmak istiyorsa. Örneğin, duvara konuşarak, “Hayır efendim, ben onaylamıyorum,” diyebilir. O vakit kimse ona karışmayacak, evinde mutlu mesut yaşayacaktı ve ne zaman ki konjonktür onay verdi, o vakit ilgili konuda istediği gibi konuşabilecekti.
Ya da işte, bu yazının yazıldığı günlerde sosyal medya platformlarında DİSK gibi işçi sendikalarının neden Taksim değil de Kadıköy’de toplanma kararı aldıkları soruluyor. Sendikalar adına da cevap verelim: Siyasi konjonktür. Yanlış anlaşılmasın, Taksim Meydanı sendikalara yasaklanmış değildir. 2 Mayıs’tan itibaren, Taksim’in sokaklarını karış karış, fakat herkes tek başına, isterlerse ellerinde flamalarla deli gibi gezebilirler. “Hayır gezemezler!” Pekâlâ, düzeltiyorum sayın konjonktür: Gezemezsiniz. Sanki koca memlekette Taksim’den başka yer yok.
Ya da işte, yemin töreninden sonra birkaç subayın kendi aralarında “Atatürk’ün askerleriyiz,” deyip kılıç sallaması nedeniyle ordudan ihraç edilmesinin gerekçesini soruyorlardı. Onlara da cevap verelim: Siyasi Konjonktür. Evet, kendi aralarında henüz eskimiş bir subay yeminiydi eylemleri ancak medyaya düşmüşlerdi ki bu, eylemin genel alana taşınması demekti ve büyük sorundu. Yoksa, bir subaya, kendine Başkumandan Atatürk’ün askeri dediği için kızmıyor kimse. Evlerinde, sessiz sakin yapsalardı ya da gizlice eyleselerdi ordudan ihraç edilmeyecekler, şimdi görevlerinin başında olacaklardı.
Bir tane de öteki dünyadan örnek verelim. ABD’de, doktora öğrencisi Rümeysa Öztürk’ün İsrail’in Filistinlilere savaş sırasında uyguladığı politikaları eleştirdiği için neden tutuklandığı soruluyor. İfade özgürlüğünün ana vatanı denen ABD’de, genel alanda gece gündüz Başkan Trump’ı eleştirseniz, ona en ağır küfürleri de etseniz başınıza bir iş gelmezken neden İsrail’in savaş politikalarını eleştirdiğinizde başınıza bir iş geliyor? Bu sorunun cevabını, sanıyorum ki siyasi konjonktür ona bildiriyi okumadan hemen önce, bir başka kılıkta fısıldamıştır. Bildirisini evinde, aynaya bakarak okusaydı başına iş gelmezdi ya da illaki ben savaşı kınayacağım diyorsa, Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşı tartışabilirdi. Böylece hem istediğini yapmış olacaktı hem de dertsiz tasasız dersini çalışıyor olurdu şimdi. Bu arada, kimisi, devletimiz ona yardım edebilecek mi diye soruyor. Henüz yardım edemediği için onlara da aynı cevap verebiliriz: Çünkü siyasi konjonktür…
Efendi Konjonktürle Ne Yapacağız?
Bu kadarı yeterli. Ekonomik, çevresel ya da kültürel daha birçok örnek verebiliriz; sağ olsun, efendi konjonktür bu konuda pek cömerttir. Denebilir ki, “Yahu, iyi güzel de bu örneklerde suç teşkil eden ne var?” Bu soruyu soranların inatla hukuka referans göstermeleri, onların aslında nasıl da birer düzgün yurttaş olduğunu gösteriyor ancak üzgünüm, toplumsal eğrileri düzleme aracı olan hukukun toplumsal düzleri eğme aracı olan siyasetle baş edemediği dünyada sizin ne kadar düzgün olduğunuzun pek de bir önemi kalmıyor; aksine, ne kadar eğri olduğunuzun bir önemi kalıyor. Bu yüzden eğilin, eğilin ve eğilin ki başınız derde girmesin.
Eğer öyleyse ve bu bir sorunsa, o halde çözümü nedir, ondan kurtuluş var mı diye soralım. Katettiği aşamaya bakacak olursak seçilmiş belediye başkanı da olsanız, Milletvekili de olsanız, bir partinin genel başkanı da olsanız, hukukçu ya da asker de olsanız, dünyanın en özgür yerinde de olsanız onun görünmez mühründen kaçışınız yok. Konjonktür denen hayalet (belki de böyle demeli) bugün ortaya çıkmış da değildir. O ezelden beri ortalıkta dolaşıp duruyor. Sorun, bu hayaletin ta evimizin içine kadar girip mahreminize dahi karışacak cüret bulması, kılığına girip de esir alamayacağı tek bir kişi bile bırakmamasıdır. Herkesin dilinde, kimsenin görmediği halde onu konuşup durduğu korkunç bir heyulaya dönüştü; o sevimli hayalet Casper’a hiç benzemiyor.
Daha bugün, efendi konjonktürü yine haberlerde gördüm; bu kez futbol taraftarı kılığına girmişti, elinde bir pankart vardı. Dediğine göre doğal olan vajinal doğummuş ancak edebi vajinal demeye müsait olmadığından ona “doğal” demeyi uygun görmüş. Konjonktürün ağzıyla konuşmak, onun dili ve bedeni olmak ne kolay şey. Görünen o ki genel alandan özel alana taşmış, arşa çıktığı yetmiyormuş gibi bir de her tarafa yayılıyor, genişleyebildiği kadar genişliyor. Daha kötüsü ise, ele avuca sığmadığı için onunla mücadele de edemiyorsun. “Benimle mücadele edemezsin, evet. Çünkü nasıl çalıştığımı bilmiyorsun, heh-heh!” Hayır hayır, bu son cümleleri bana o söyletti, ben ona katılmıyorum. Onun kim olduğunu bilmesek de nasıl çalıştığını, bastırılmayan her sözünün yasalaşmayla sonuçlandığını ve ondan sonra kamusal alanda tartışılanın artık söz değil yasa olduğunu, bu nedenle sesi diğer tüm sesleri bastırsın diye devamlı bağırıp durduğunu biliyoruz. Ayrıca, sesini kesemediklerini ya da sesinin çıkmasına engel olamadıklarını susturmak için gerekirse bin bir türlü hileyle onları alt etmeye çalışacak kadar yüreği kararmış olduğunu ve tüm bunları türlü kılık ardına gizlenerek yapacak kadar korkağın teki olduğunu da biliyoruz.
Peki, öyle olsun diyelim ve onunla nasıl başa çıkacağımızı tekrar soralım. Yetersiz olduğunu bilsem de yanıtım şudur: Çözüm, bu görünmez bir sorun olduğu için -siyasi konjonktür kimdir, nerededir, neye benzer bilinmediği için- en iyisi, onu hak ettiği gibi yok saymak; o çirkin, kulak acıtan, aşağılık sesini duymazdan gelmek, sanki hiç var olmamış gibi yaşamaya çalışmaktır. Kayıtsızlık onu çıldırtıyor, evet. Dahası, onun sesini bastırmak, daha yüksek sesle konuşmak gerekiyor ki ondan nefret ettiği sözün asıl hükümdarını hatırından hiç çıkaramasın. Başka türlü, nefesini ensemizde hissedecek kadar yakınımızda olduğunu bilerek yaşamak, hani böyle tedirginlik duyarak yaşamak, pek de yaşamaya benzemiyor diye.
Yorumlar